Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi

Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri otuzlu yaşlarında Konya'da büyük, şöhretli bir müderris ve hatip idi. Değişik camilerde verdiği vaazlarına binlerce kişi katılır, sohbetleri dolar taşardı. Mevlana'nın camilere gelişi de gidişi de görkemli idi. Talebelerinin arasında gösterişli elbiseleri ve atıyla halkın arasından geçer, ihtişamı zirveye çıkardı. Bir gün vaaz bitmiş, yine halkın arasından yavaş yavaş atıyla ilerlemeye çalışırken bir dervişin bakışlarının kendisine kilitlendiğini farketti.

Derviş kalabalığı yara yara ona doğru ilerliyordu. Mevlana ise gözlerini dervişten ayıramıyordu. Derviş yanına iyice yaklaştığında atı huysuzlandı. Hatta Mevlana'yı az kalsın yere düşürüyordu. Derviş o sırada atın yanına yaklaşıp hayvanın kulağına bir şeyler fısıldadı da at sakinleşti. Halk ise hayretle olanları izliyordu. Derviş gözlerini yine Mevlana'ya çevirdi.
     "Ey allame-i cihan Rumi! Hakkında çok güzel şeyler işittim. Müsaade edersen bunca yolu sana bir soru sormak için geldim"
     "Elbette" dedi Mevlana.
     "O halde evvela şu atından in de benimle aynı hizaya gel!"
     Mevlana ve oradakiler bu sözü duyunca çok şaşırdılar. Çünkü daha önce hiç kimse Mevlana ile böyle konuşmaya cesaret edememişti. Nefsine hakim olup atından indi. Derviş gülümseyerek sorusunu sordu.
     "Sence şu ikisinden hangisi daha ileridedir; Hz. Muhammed mi (s.a.v.), Bayezid-i Bistami mi?"
     Mevlana tersleyerek cevap verdi. "Bu ne biçim soru böyle? Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ile bir sufiyi denk mi tutarsın?"
     "Bir düşün" dedi derviş. "Peygamberimiz şöyle buyurmamış mıydı? 'Yarabbi, seni tebcil ederim (yüceltirim), seni hakkıyla bilemedim'. Halbuki Bayezid-i Bistami 'Ben kendimi tebcil ederim. Hırkamda Allah'tan başka varlık yoktur'. demiş. Madem ki birisi kendini Allah'a nazaran küçük hissederken, diğeri Allah'ı içinde taşır. O zaman hangisinin mertebesi büyüktür?"
     Mevlana hazretleri için bu soru artık başka bir anlam kazandı. Karşısındakinin bir meczup olmadığını anlamıştı. "Ne demek istediğini anladım" dedi. "Her ne kadar Bayezid-i Bistami'nin sözü daha iddialı görünse de Peygamber Efendimizin sözünün ondan daha ileride olduğunu açıklamaya çalışacağım. Allah aşkı derya deniz gibidir. Her insan kabının büyüklüğü kadar ondan su alır. Kiminin kabı fıçıdır, kiminin kova, kiminin kırbadır, kiminin matara."
     Dervişin yüzündeki ifade değişmeye başlamıştı. Gözleri dostane parıldadı ve Mevlana'yı dinlemeye devam etti.
     Mevlana şöyle dedi. "Bistami'nin kabı Peygamber Efendimizin kabına göre ufaktı. O bir avuç içti ve kandı, mesut ve sarhoş oldu. Peygamberimizin kabı ise çok büyüktü. Allahü Teala Kur'an'da 'Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi' (İnşirah suresi, 1. ayet) buyurdu. Peygamber Efendimizin kalbi böyle genişleyip kabı büyüyünce, içinde doymak bilmez bir susuzluk hasıl oldu. Bu sebeple 'Seni layıkıyle bilemedim' dedi. Halbuki hiçbir kul Allah'ı O'nun gibi bilemedi."
     Derviş cevabı beğenmiş olacak ki gülümsedi. Elini kalbine götürdü, başını eğip Mevlana'yı hürmetle selamladı. Mevlana da onun önünde hürmetle eğildi. Ancak sıradan bir abdal görünüşlü bu adamın karşısında eğilmesi, müritlerinin pek hoşuna gitmedi. Bu huzursuzluğu sezen derviş, gitmek için izin istedi. Mevlana ondan çok etkilenmişti. "Gitme, kal!" diye ardından seslendi. Derviş döndü ve dikkatle Mevlana'ya baktı ve asıl sorusunu sordu.
     "Ya sen koca hatip! Senin kabın ne kadar büyük!"
   
     Bu derviş; Mevlana hazretlerinin hayatının değişmesine, tasavvuf ile yoğrulmasına, ihtişamdan uzaklaşmasına, kâl (söz) ehli değil de hâl ehli olmasına vesile olan Şems-i Tebrizî hazretleriydi. (Kaddesallahü esrarahüm ecmaîn)  Araştıran ve yazan: Hüseyin Araslı 

Yorumlar